Bediüzzamanın eserlerinden 18. mektub hakkında
Birinci Mesele Hakkında
Birinci meselede bazı evliyaların mana aleminde gördükleri şeyleri, aynı ile maddi aleme tatbik etmelerindeki hataları izah ediliyor. Halbuki mana aleminin şartları ve yapısı ile maddi alemin şartları ve yapısı çok farklıdır. Bu farkı nazara almadan her iki alemi eşit görmüşler ve onu ona tatbik etmişler. Bu da bilimsel açıdan bazı çelişki ve itirazlara sebep olmuş.
Mesela; misal aleminde gördükleri Kaf Dağını yeryüzünde görmüş gibi tasvir etmişler. Kaf Dağı'nın cesamet ve büyüklüğünü öyle bir şekilde tasvir ediyorlar ki, dünyaya yerleşmesi mümkün değildir. O zaman haklı olarak ehli fen bu tasvirlere karşı çıkıyorlar. Zira coğrafya ilmine göre dünya üstünde böyle bir dağ mevcut değildir. Böyle olunca makbul olan bu evliyalar hakkında su-i zan oluşuyor.
İşte Üstad Hazretleri burada bu çelişki ve tutarsızlığı izah ediyor. Ne fennin beyanını inkar ediyor, ne de o makbul evliyaların gördüm dedikleri şeyin hakikatini reddediyor. Üstad onların gördüklerinin hak ve doğru olduğunu; lakin dünya üzerine tatbik etmelerinin hata olduğunu söylüyor. Onlar mana ve misal aleminde o yerleri görmüşler bu doğrudur, yalnız mana ve misal aleminin maddi alemle aralarında azim farklar var. Maddi alemde bir çakıl taşı, misal aleminde bir dağ gibi görünür. Maddi alemin küçük bir tarlası, misal aleminde büyük bir ova gibi yansır. İşte o zatların orada gördükleri geniş ve büyük kaf dağı, maddi alemdeki Himalaya Dağlarının mübalağalı bir tecellisi, bir yansımasıdır. Onların gördüğü haktır; ama gördüklerini aynı ile dünyaya tatbik etmeleri hatadır. İşin özü budur.
Üstad bu hakikati bahsi geçen yerde iki çobanın hikayesi ile izah ediyor. Rüya ve misal alemlerinde görülen şeylerin hükmünü doğru ve isabetli bir şekilde dünya şartlarına uyarlamak; ancak asfiya denilen derin alimlerin işidir. Bu zatlar başlangıçta asfiya makamına çıkamadıkları için, gördüklerini sağlıklı bir şekilde dünya şartlarına uyarlayamamışlar; ama daha sonra o makama çıkınca onlar da hatalarını görmüşler.
İkinci Mesele Hakkında
Vahdet-i Vücut: Kelime olarak "varlığı teklemek ve birlemek" anlamındadır. Allah’ın varlığı ve birliğinde bir istiğrak halidir. Yani Allah’ın varlığından başka varlıkları yok saymak ve inkar etmek halidir. Allah’tan başka mevcut yoktur, varlık sadece Allah’a ait bir durumdur demektir. Bu fikre göre masiva ve mahlukat diye bir şey yoktur, sadece Allah vardır.
Halbuki Ehl-i Sünnet "eşyanın hakikati sabittir" diyerek, mahlukatın vücudunu kabul etmişler. Bu yüzden bu meslek hali ve vicdani bir cezbe ve coşkunluk halidir, ilmi ve hakiki bir surete çevrilemez, çevrilirse çok imani problemler ortaya çıkar. Mesela; Allah’tan başka varlık yok denildiğinde ahiret, melekler, kitap, kader, gibi mahluk olan varlıklarında inkarı ortaya çıkar ki bu çok tehlikeli bir durumdur.
Ama İbn-i Arabi gibi zatlar bu manaları düşünmeden, sadece Allah’ın varlık mertebesini düşünerek ve o varlık boyutunda cezbeye gelerek, "Allah’tan başka mevcut yok" demişler, yoksa cezbesiz, akli ve muhakeme tarzında söylese dalalet olur. Bunların durumu güneş ışığının içinde gözü kamaşan bir adamın, sair zayıf ışıkları fark edememesi gibidir. İbn-i Arabi hazretleri Allah’ın varlık güneşinden gözü kamaştığı için, sair zayıf varlıkları görememiştir. Bundan dolayı da Allah’tan başka mevcut yok demiştir. Ama kendine geldiği zaman, yani gözündeki kamaşma gittiği zaman sair varlıkları kabul etmiştir. Bu sebepten dolayı ehlisünnet alimleri İbn-i Arabi’yi mazur saymışlardır.
Kalbi Allah sevgisi ile dolu olmayan ve maddeciliğe müptela olan birisi, vahdet-i Vücuttan dem vurursa kainat ve madde namına Allah’ı inkar eder. Felsefedeki Panteizm ve Monizm ekolünün iddia ettiği gibi varlık tektir; lakin varlık sadece şu aleme münhasırdır deyip Allah’ın ezeli ve ebedi vücudunu inkar eder. Bu zaman insanları böyle maddi hastalıklara müptela olduğu için, vahdet-i vücuttan dem vuramaz. Zira madde sevgisi iliklerine işlemiş, nasıl olur da onu tamamı ile inkar edebilir.
Bu fikre girmenin iki önemli sebebi vardır.
Birisi; mahlukat ve masivanın huzuru bozmasıdır.Yani nazarını Allah’a tevcih etmiş olan bu Allah dostları, masiva ve mahlukatı bu tevcihe bir engel görmüşler. Bu sebepten dolayı huzura zarar gelmemesi için masivayı inkar etmişler. Bir çeşit, Allah namına kainatı feda etmişler.
Diğer sebep ise; iman hakikatlerinin sair rükünlerini aklen ve ihata olarak idrak edememekten gelen bir saik ile mümkün varlık aleminden kaçınıp, Vacip olan Vücuda yani Allah’ın ezeli ve ebedi varlığına sığınmışlar. İbn-i Sina’nın haşir konusunda "akıl burada gitmez" dediği gibi bu zatlarda kalp merkezli bir meslek olmanın da bir dezavantajı ile imanın sair rükünlerinde aklen gidemedikleri için kendilerini ezeli varlıkta eritmişler.
Vahdet-i Şuhut: Allah’tan başka her şeyi unutmak ve sadece Allah’ın varlığına hasr-ı nazar etmektir. Masiva ve kainatı tamamı ile inkar etmek yerine, unutmak ve görmezlikten gelmek tarzı ile huzur-u İlahiyi temin etmektir. Bu meşrep eşyanın vücudunu inkar etmedikleri için, vahdet-i vücutta olduğu gibi mahzurlu ve riskli yönleri yoktur. Bu yüzden bu meslek diğerine nispetle daha sağlam ve riski olmayan bir meslektir.
Eski zamanda gemilerde kürek cezaları vardı, esirler geminin kürek odasına konulur ve unutulurdu. Aynı şekilde vahdet-i Şuhut da masiva ve kainatı nisyan odasına kilitleyip, Allah ile kul arasına girmesini önlemektir. Yani Allah’ı unutturacak her şeyi unutmak ile cezalandırmaktır. Bu meslek belki risksizdir; lakin bu maddeci asırda tatbiki zordur.
View the Original article
0 yorum:
Yorum Gönder