HARUN YAHYA’NIN
MADDE İLE
İMTİHANI (2)
Seyfi Say
“Düşünüyorum, o halde varım”
Descartes, bu noktada Berkeley’in tam karşısında yer alır. Şunları yazmıştır:
“… duyularımız bizi bazen aldattığına göre, onların bize hayal ettirdikleri şekilde var olan hiçbir şeyin bulunmadığını farz etmek istedim…. Nihayet, uyanıkken zihnimizde bulunan fikirlerin, aynen ve hiçbiri gerçek olmaksızın, uyurken de aklımıza gelebileceğini göz önüne alarak, o ana kadar zihnimize girmiş olan bütün şeylerin, düşlerime giren hayallerden daha gerçek olmadığını farzetmeye karar verdim.
Fakat, hemen bunun ardından, her şeyin yanlış olduğunu bu şekilde düşünmek istediğim sırada, bunu düşünen benim zorunlu olarak bulunan bir şey olmam gerektiğini fark ettim. Ve şu: ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ hakikatinin şüphecilerin en acayip varsayımlarının bile sarsmaya gücü yetmeyecek derecede sağlam ve güvenilir olduğunu görerek, bu hakikati aradığım felsefenin ilk ilkesi olarak kabul etmeye tereddütsüz karar verdim.
“Sonra, ne olduğumu dikkatle inceledim, ve hiçbir bedenim olmadığını, içinde bulunduğum ne bir dünya ne de bir yer olmadığını farzedebildiğim halde, bu yüzden kendimin var olmadığımı farzedemediğimi; tersine, sırf başka şeylerin doğruluğundan şüphe etmeyi düşünmemden, kendimin var olduğum sonucunun pek açık ve pek kesin bir şekilde çıktığını; oysa, düşünmekten kesilseydim, hayal ettiğim bütün şeyler doğru olsalar bile, var olduğuma inanmak için elimde hiçbir neden kalmayacağını görerek anladım ki: ben, bütün özü (mahiyeti) ve doğası düşünmek olan ve var olmak için hiçbir yer’e ihtiyacı bulunmayan ve maddi hiçbir şeye bağlı olmayan bir cevherim. Öyle ki, bu ben, yani kendisiyle ne isem o olduğum ruh, bedenden tamamıyla farklıdır, hatta bilinmesi onu bilmekten daha kolaydır, ve beden var olmadığı halde bile, ne ise o olmaktan geri kalmaz….
“Bundan sonra, şüphe etmem, yani varlığımın mükemmel olması üzerinde düşünerek, –çünkü, bilmenin şüphe etmekten daha büyük bir mükemmellik olduğunu açıkça görüyordum,– olduğumdan daha mükemmel olan bir şeyi düşünmeyi nereden öğrendiğimi araştırmaya karar verdim; ve bunu gerçekten daha mükemmel bir varlıktan (nature) öğrenmiş olmam gerektiğini apaçık anladım.
Kendi dışımdaki başka birçok şeyler, örneğin gök, yer, ışık, sıcaklık gibi daha binlerce şey hakkındaki düşüncelerime gelince, bunların nereden geldiğini bilmekte o kadar zorluk çekmiyordum; çünkü, onlarda kendilerini benden üstün kılacak hiçbir şey görmediğimden, hakiki oldukları takdirde, bu düşüncelerin oldukça mükemmel olan kendi varlığımdan (nature) geldiklerine inanabilirdim; hakiki olmadıkları takdirde ise, onları yokluktan edindiğime, yani bir eksikliğim bulunması dolayısıyla bende bulunduklarına inanabilirdim. Ama bu, kendi varlığımdan daha mükemmel bir varlık fikri için aynı olamazdı: çünkü, onu yokluktan edinmek açıkça imkansız bir şeydi; sonra da, en mükemmelin daha az mükemmelden çıkmasında, ona bağlı olmasında, hiçten bir şeyin meydana gelmesinden daha az aykırılık bulunmadığına göre, onu kendimden edinemezdim. Böylece, olduğumdan daha mükemmel bir varlık (nature) hatta herhangi bir şekilde bende bir fikri bulunan bütün mükemmelliklere sahip olan bir varlık (nature) tarafından, yani tek kelimeyle söylersem, Tanrı tarafından bu fikrin bana verilmiş olması ihtimali kalıyordu geriye….” (Descartes, Metot Üzerine Konuşma, çev. K. Sahir Sel, 2. b., İstanbul: Sosyal Yay., 1994, s. 32-35.)
Fikirlerin fikir oluşları itibariyle yanlış kabul edilmesi gerektiğini savunan Berkeley’in aksine, Descartes’a göre, Tanrı var ya da mevcut olduğu için, açık ve seçik fikirlerimizin gerçek ve doğru olması zorunludur. Çünkü, hakikat ya da mükemmelliğin yokluktan geldiğini düşünmek ne kadar abesse, mükemmel olan, aldatmak gibi eksikliklerden münezzeh olan Tanrı’nın bizim için yanlış algılar yarattığını, bizi yanılttığını düşünmek de o kadar abestir:
“Nihayet, ileri sürdüğüm kanıtlara rağmen Tanrı’nın ve kendi ruhlarının varlığına yeterince kani olmayan kimseler hâlâ bulunuyorsa, onların şunu bilmelerini isterim ki, daha emin olduklarını sandıkları bütün şeylerin, örneğin, bir bedenlerinin, yıldızların, yeryüzünün ve benzeri şeylerin varlığı, belki Tanrı’nın ve ruhun varlığından daha az kesindir: çünkü, bu şeylerin varlığı hakkında moral bakımdan emin olunsa da –çünkü garabete düşmeden bunların varlığından şüphe edemeyiz– metafizik bir kesinlik söz konusu olduğu zaman, uyurken de –gerçekte hiç de öyle olmadığı halde– başka bir bedenimiz olduğunu, başka yıldızlar, başka bir yeryüzü gördüğümüzü hayal edebildiğimiz göz önüne alınırsa, bu şeylerden emin olmamak için bunun yeter bir neden olduğunu mantıksızlığa düşmeden inkar edemeyiz. Çünkü, uyurken zihnimize gelen ve uyanıkken gelenlerden daha az canlı, daha az açık olmayan düşüncelerin ötekilerden daha yanlış olduğunu nereden biliyoruz? Ve en iyi zihinler bile, istedikleri kadar incelesinler, daha önce Tanrı’nın varlığını farz ve kabul etmedikçe, sanırım bu şüpheyi gidermeye yetecek hiçbir kanıt ileri süremezler. Çünkü, ilkin, az önce kabul ettiğim kural, yani pek açık ve pek seçik olarak kavradığımız bütün şeylerin doğru olduğu kuralı, ancak Tanrı var ya da mevcut olduğu, mükemmel bir varlık olduğu ve bizde var olan her şey ondan geldiği için doğrudur. Buradan da, gerçek şeyler olan ve açık, seçik oldukları ölçüde bize Tanrı’dan gelen fikirlerimizin ya da kavramlarımızın doğru olmamalarına imkan olmadığı sonucu çıkar. Böylece, eğer içinde yanlışlık taşıyan fikir ya da kavramlarımız varsa, bunlar ancak bulanık ve karanlık bir şeyler içeren fikirlerimiz ya da kavramlarımızdır; çünkü yokluktan pay almaktadırlar, yani bizde böyle bulanık olarak bulunmaları tam mükemmel (tout parfaits) olmadığımızdandır. Böylece, yanlış ya da eksikliğin Tanrı’dan gelmesinde, hakikat ya da mükemmelliğin yokluktan gelmesine oranla daha az aykırılık bulunmadığı apaçıktır.” (Age, s. 37-38.)
Benzer düşünceleri merhum Elmalılı M. Hamdi Yazır, Fatiha Sûresi’ni tefsir ederken dile getirir ve Bakara Sûresi’ni tefsir ederken de şu cümlelerle konuyu özetler: “… biz âlem hakkında ne biliyorsak hepsi, hissettiklerimizden, hayalimizden, zihnimizdeki şekillerden ve ruhî izlenimlerimizden ibarettir. Bunları hakikat tasavvur etmemiz ve izafi olarak hak diyebilmemiz, zatında mükemmel ve tek olan Hak kavramının ezelî ve ebedî gerçekleşmesini tasdik sayesinde mümkün olabilir.” (Hak Dini Kur’an Dili, C. 1, sad. İsmail Karaçam ve diğerleri, İstanbul: Azim Dağıtım, t.y., s. 475.)
İmam Gazâlî de, bir süre sofistlere özgü düşüncelerin daha doğrusu vesveselerin etkisinde kaldığını fakat bundan kurtulduğunu anlatır: “… İçim diyordu ki mahsûsata [duyulara, algılara] güven, nereden gelir?... Nihayet akıl hâkimi ortaya çıktı ve … [duyulardaki yanılmalarla bazen] İdrakin ortaya çıkmayışı, onun [dışımızdaki varlığın] olmayışını göstermez iddiasında bulundu. Bu cevap karşısında nefis, … şüphelerini rüya ile kuvvetlendirip, ‘Görmüyor musun? Uykuda birçok şeylerin varlığına inanıyor, birçok haller tahayyül ediyor, onların sebat ve istikrarı olduğuna kanaat getiriyorsun. Şu halde, bunlar hakkında şüpheye düşmüyorsun. Sonra uyanınca düşünüp hayal ettiğin ve inandığın şeylerin hiçbirinin aslı astarı olmadığını anlıyorsun. O halde uyanık iken his veya akılla inandığın bütün şeylerin gerçek olduğuna nasıl emin olursun?... sana öyle bir hal gelebilir ki bu halin senin uyanıklık haline nisbeti, uyanıklık halinin uyku haline nisbeti gibidir. Ve senin uyanıklık halin, ona nisbetle uykudur…. Bu vesveseler içime doğunca, bende yer etti. Bunlardan kurtulmak için bir çare bulmağa teşebbüs ettim, fakat kolay olmadı. Çünkü bunun giderilmesi ancak delille olurdu. Bir delil ikamesi de ancak bedihî bilgilerden olabilirdi. Bu husus kabul edilmedikçe, delil göstermek de mümkün değildi. Bu hal böylece iki aya yakın içimi kemirdi. Ben durum itibarıyla safsata [sofistler] mezhebine girmiş oluyor ve fakat kimseye söylemiyordum. Nihayet Allah Teâlâ bu hastalığıma şifa verdi, sıhhat ve itidale avdet ettim. Aklî zaruretler emniyet ve yakîn üzere makbul ve güvenilir bir halde geri döndü…. Bu hadiseleri anlatmaktan maksat, araştırmada aranılması icap etmeyen şeylere varıncaya kadar giden ciddiyetin lüzumsuzluğunu göstermektir. Çünkü bedîhiyatı [doğruluğu kendiliğinden belli bilgileri, ispat gerektirmeyen, aksiyom kabilinden hakikatleri] araştırmak icap etmez. Bunlar hazır haldedirler.” (el-Munkızu min ed-Dalâl, çev. Ahmet Subhi Furat, İstanbul: Derya Dağıtım, s. 41-43.)
The Matrix
Harun Yahya, görüşlerini desteklemek için, Berkeley’in, Protagoras’ın düşüncelerini hatırlatan şu ifadelerini de aktarmaktadır: “Kısaca, aynı şeyler, aynı zamanda bazıları için kırmızı, bazıları için sıcak başkaları için tam tersi olabiliyorsa, bu demektir ki biz yanılsamaların etkisindeyiz ve 'şeyler' ancak bizim zihnimizde vardır...” (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 31.)
Ancak, bu yanılsamalar, şeylerin öz varlığına değil, niteliklerine ilişkindir, o şeylerin (renk ve koku gibi) nitelikleri hakkında bazen ihtilaf ortaya çıksa da, varlığı konusunda mutabakat mevcuttur. Zaten niteliklerinin tartışılması varlıklarının zımni onayı haline gelir. Üstelik niteliklerle ilgili bu tür ihtilaflar süreklilik göstermez, nadiren ortaya çıkar. Mesela Türk bayrağının kırmızı olduğu konusunda ittifak vardır, karanlık bir gecede siyah gibi görünmesi bu konuda ihtilaf yaşanmasına neden olmaz.
Yazar, The Matrix filminden hareketle de şu görüşü ileri sürmektedir: “O halde, biz de her an gördüğümüz ‘yaşam görüntüsü’nün, dışarıda asıllarının mutlaka var olduğunu ve muhatap olduklarımızın da bu ‘asıllar’ olduğunu iddia edemeyiz. Çünkü bu algılarımızın nedeni çok daha farklı bir kaynak olabilir.” (Age, s. 78.) Böylece yazar, meseleyi getirip “olabilirliğe” bağlamakta, Berkeley’inkinden daha iyi olmakla birlikte yine agnostisizm anlamına gelen bir çizgide durmaktadır. Ancak, algılarımızın nedeni çok farklı bir kaynak olabilirse, farksız bir kaynak da olabilir. Üstelik, “farksız bir kaynak” olması akla daha yakındır.
Harun Yahya, kitabının ilerleyen sayfalarında, maddeyi bir yandan yok kabul etme, diğer yandan onu yine bir madde olan beyinde üretme çelişkisinden vazgeçmekte, daha sağlıklı bir çizgiye gelmektedir: “Allah Kuran'da insanı önce bedenen yarattığını, sonra da ona ‘ruhundan üfürdüğünü’ bildirmiştir: ‘Hani Rabbin meleklere demişti: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde ederek (yere) kapanın”.’ (Hicr Suresi, 28 - 29) ‘Sonra onu “düzeltip bir biçime soktu” ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?’ (Secde Suresi, 9) Yani insanın, bedeni dışında bir başka varlığı daha vardır. Beyninin içindeki görüntüyü ‘görüyorum’ diyen, beyninin içinde duyduğu sesleri ‘duyuyorum’ diyen, kendi varlığının şuurunda olan ve ‘ben benim’ diyen bu varlık Allah'ın insana vermiş olduğu ruhtur. Akıl ve vicdan sahibi her insan, hayatı boyunca yaşadığı her olayı beyninin içindeki ekranda izleyen varlığın, ruhu olduğunu hemen anlayacaktır. Her insan göze ihtiyaç duymadan görebilen, kulağa ihtiyaç duymadan duyabilen, beyne ihtiyaç duymadan düşünebilen bir ruha sahiptir.” (Age, s. 84-85.)
Peki, böyle bir ruha sahip olduğumuzu nereden biliyoruz?!.. Hiç şüphe yok ki, Descartes gibi akıl yürütmeyle bu sonuca ulaşan az sayıdaki düşünürler bir tarafa bırakılırsa, peygamberler bildirdiği için biliyoruz. Bu durumda, algıladığımız dış dünyanın bir gerçekliği bulunduğunu ve peygamberlerin bu gerçekliğin bir parçasını oluşturduğunu ve algılarımızın bize gerçek bilgiler verebildiğini kabul ediyoruz demektir. Üstelik, Harun Yahya’nın aktardığı Secde Suresi’nin 9’uncu ayeti de, algıların gerçeklik ifade ettiğini kesin olarak gösterir. Şayet algılarımız bize güvenebileceğimiz bir bilgi vermiyorsa, Allahü Taâlâ’nın kulak, gözler ve gönüller yaratmasının bir anlamı olabilir miydi?! Kaldı ki, yazarın kendisi, insanın önce beden olarak yaratıldığını, ruhun ise daha sonra üflendiğini, ayet-i kerimeye dayanarak söylemektedir. Demek ki insan, ruh vasıtasıyla bilgi sahibi olan bir varlık olmaktan önce, ruhsuz bir beden olarak yaratılmıştır. Ruh üflenmeden önce insanın kendi varlığından haberdar olmaması ve beyninde görüntüler oluşmaması, onun bedeninin var olmadığı veya yaratılmadığı anlamına gelmemektedir.
Bununla birlikte yazar, kitabının ilerleyen sayfalarında sofistlerinkinden çok farklı bir noktaya varmaktadır: “Maddenin, beynimizde oluşan bir algılar bütünü olduğu gerçeğini tam olarak kavrayamayan bazı insanlar, bazı yanılgılara düşmekte, bu gerçekten yanlış sonuçlar çıkarmaktadırlar. Örneğin bir kısmı, maddenin hayal olduğuna dair izahları ‘madde yok’ denmiş gibi algılamaktadır. Bir kısmı ise, maddenin ancak biz gördüğümüz zaman hayal olarak var olduğunu, ancak görmediğimizde yok olduğunu sanmaktadır. Bunların hiçbiri doğru değildir. Öncelikle, ‘madde yok’ veya ‘insanlar, ağaçlar, kuşlar... bunların hiçbiri yok’ demek kesinlikle doğru değildir. Çünkü bunların hepsi vardır, ve hepsini Allah yaratmıştır. Ancak Allah tüm bu varlıkları kitabın başından beri anlattığımız gibi bir görüntü, algı olarak yaratmıştır. Yani Allah, bu varlıkları yarattıktan sonra onları, kendi başlarına var (kaim) olan sabit varlıklar kılmamıştır. Her birini her an yaratmaya devam etmektedir.” (Age, s. 158.)
Böylece yazar, beynimizin dışında gerçekten var olan varlıkların bulunduğunu, “Madde yok” denilemeyeceğini söylemekte, ancak yine de çelişki sergilemektedir
. Çünkü bir taraftan, “Bir kısmı ise, maddenin ancak biz gördüğümüz zaman hayal olarak var olduğunu, ancak görmediğimizde yok olduğunu sanmaktadır. Bunların hiçbiri doğru değildir” demekte, diğer taraftan da, “Ancak Allah tüm bu varlıkları kitabın başından beri anlattığımız gibi bir görüntü, algı olarak yaratmıştır” diye konuşmaktadır.
Harun Yahya, eserinin devamında şu görüşleri dile getirir: “Öyle ise materyalistlerin ‘maddenin varlığını tokat yiyince anlarsın’ … gibi itirazlarının hiçbir anlamı ve geçerliliği yoktur.” (Age, s. 180.)
Gerçekte böylesi itirazları materyalistler değil İslâm âlimleri, sofistlere yöneltmektedir. Nitekim Nûreddin es-Sâbûnî, “Mâturîdiyye Akaidi” adlı eserinde şöyle der: “Sûfestâiyye diye anılan bir grup (Sofistler) var ki bilgi vasıtalarının hepsini reddetmiştir. Bunların bir kısmı varlıkların bir gerçekliği olamayacağını, bir kısmı ise böyle bir şeyin bulunup bulunmadığının bilinemeyeceğini kabul etmiştir. Aslında bu şüphecilerle ilmî bir münakaşa yürütmeye imkân yoktur; ancak canlarını acıtacak kadar dövülmeli veya ateşte yakılmalıdırlar ki realiteyi kabule mecbur kalsınlar.” (çev. Bekir Topaloğlu, 3. b., Ankara: DİB Yay., s. 56.) Bu görüşler, sadece Mâturîdilere veya es-Sâbûnî’ye ait değildir, İslam âlimlerinin hemen hemen hepsinin kanaati bu yöndedir.
İmam-ı Rabbânî’yi doğru anlamak
Harun Yahya, eserinin ilerleyen sayfalarında, “Madde yok” görüşünü savunmadığı iddiasından ve beyne karşı ruhu savunma tavrından geri adım atarak, tam da es-Sâbûnî’nin sözünü ettiği şüpheciliği benimser: “Bu şüphe doğrudur; biz hiçbir zaman zihnimizde algıladıklarımızın dışarıda maddesel karşılıkları olup olmadığından emin olamayız. Çünkü biz, beynimizin dışına çıkıp da dışarıda ne olduğunu göremeyiz. Beyindeki görüntülerin dış dünyada karşılığı bulunduğunu iddia etmek, işte bu yüzden mümkün değildir…. Ve kimse beyninin içinde oluşan bu hayatın dışına çıkamaz. Bu, ne bilimle ne de teknoloji ile ulaşılması imkansız bir durumdur. Çünkü bir bilim adamı ne icat ederse etsin, yine onu beyninin içindeki görüntünün içinde icat edecektir. Dolayısıyla, o ‘dış dünyayı görmek için icat ettiği şey’ de beyninin içinde kalacaktır. Bu gerçek çok açık olmasına rağmen bazı insanlar gördükleri görüntünün dışarıda maddesel karşılıkları olduğunu iddia ederler. Bugüne kadar hiç kimsenin aslını görmediği ‘madde’ denen bir varlığa inanırlar. Oysa madde, insanların gördükleri hayallere taktıkları bir isimden başka birşey değildir. Hiçbir insanın bir maddenin aslının neye benzediğini bilmesi mümkün değildir; çünkü hiçbir insan maddenin aslı ile hiçbir zaman muhatap olmamıştır.” (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 181-183.)
Böylece yazar, “Bu, ne bilimle ne de teknoloji ile ulaşılması imkansız bir durumdur. Çünkü bir bilim adamı ne icat ederse etsin, yine onu beyninin içindeki görüntünün içinde icat edecektir” diyerek, daha önce savunduğu “kesin bilimsel gerçek” iddiasından rücu etmektedir. Fakat asıl sorun şu ki, materyalist felsefenin önünü keseyim derken agnostisizme yuvarlanmaktadır.
Oysa İslâm nazarında ikisi arasında bir fark yoktur.
Üstelik, maddenin varlığının kabulü insanın mutlaka materyalist olmasını gerektirmez. Yani bir insan hem maddenin mevcut olduğunu, hem de onun Allahü Taâlâ tarafından yoktan var edildiğini ve dilerse yok edebileceğini kabul edebilir; nitekim genel olarak Müslümanların itikadı bu yöndedir. Fakat sofistlere özgü biçimde insanın bilme yollarını reddettiğinizde, varacağınız sonuç kaçınılmaz olarak agnostisizmdir. Harun Yahya ise, agnostisizmle İslâm inancını telif etmeye uğraşıyor ki, bu da mantıken mümkün olmayan bir şeydir.
Fakat yazar, bu gerçeği kabul etmemekte, aksini iddia etmektedir: “Bazı Müslümanlar, maddenin bir hayal olduğu gerçeğinin İslam dini ile bağdaşmadığını öne sürmekte ve geçmişte din alimlerinin bu gerçeği kabul etmediklerini iddia etmektedirler. Oysa bu doğru değildir. Aksine burada anlatılanlar Kuran ayetleri ile tamamen mutabıktır….” (Age, s. 185.)
Yazarın atıfta bulunduğu âlimler Muhyiddin ibnü’l-Arabî, Molla Câmî (ki İbnü’l-Arabî’den etkilenmiştir) ve İmam-ı Rabbanî’dir. Gerçekte İmam-ı Rabbanî bu konulara, daha çok, İbnü’l-Arabî’nin sözlerindeki yanlışları veya yanlış anlaşılabilecek hususları göstermek için değinmiştir. Nitekim şöyle der: “Bunlar vahdet-i vücuda kail olmuşlardır. Yani: Hariçte bir mevcut vardır. Bu tek mevcut ise Sübhan Hak’tır. Hariçte bu âlem için, ilmî bir sübuttan başka tahakkuk eden bir şey yoktur.” (Mektûbât-ı Rabbânî, C. 1, çev. Abdulkadir Akçiçek, İstanbul: Merve Yay., s. 347.) Yani bu taifeye göre, insanın zihninde maddenin (âlemin) var olduğuna dair bir bilgi oluşmaktadır (ilmî sübut), bunun dışında hariçte bir şey yoktur. İmam-ı Rabbânî hemen ardından şu uyarıyı yapıyor: “Bunlar [vahdet-i vücutçular] derler ki: Ayan (yani tayin edilip göze gelen bu varlıklar) hiçbir şekilde varlık kokusunu almamışlardır [yokturlar]…. İşte bu anlatılan mana, şer’an ve aklen çeşitli mahzurlar meydana getirir. Bu manayı cevaplandırırken de, çok hile yollarına sapmış ve akıldan uzak teklifler yapmışlardır.” (Age, C. 1, s. 347-348.)
İmam Rabbânî, İbnü’l-Arabî’den farklı düşündüğünü şöyle ortaya koyar: “Lakin, bu fakir, zıllî [Allah’ın varlığına nispetle gölge durumunda olan] vücudu [varlığı] hariçte sabit görmektedir; onlar dahî zıllî vücudu, vehimde ve hayalde zannederler…. Mümkün [varlığı zorunlu olmayıp imkan dâhilinde olan], hariçte zıllî vücud ile hakikat yollu [gerçek olarak] mevcuttur. Onların sandıkları gibi, tahayyül [hayal] ve tevehhüm [vehim] yollu değildir.” (Age, C. 2, s. 930-931.) Görüldüğü gibi, İmam Rabbânî, Harun Yahya’nın yazdıklarının tam zıddını savunmaktadır.
View the Original article
0 yorum:
Yorum Gönder